16 Temmuz 2017 Pazar

Adalet Mitingi Notları

9 Temmuz'da İstanbul Maltepe'de Adalet Mitingi yapıldı.Kemal Kılıçdaroğlu'nun başlattığı yürüyüş her geçen gün katılımın artmasıyla 25. günün sonunda yaklaşık 2 milyon kişinin katıldığı mitingle sonuçlandı.Ben de mitinge İzmir'den katıldım.

Öncelikle mitingin biçimsel özelliklerinden bahsedeyim: tek kelimeyle özetlemem gerekirse ;görkemliydi.Miting alanı gerçekten çok büyüktü.Organizasyon komitesini tebrik etmek gerekir ;böyle büyük bir işin altından gayet başarılı bir şekilde kalktılar.Alan içindeki düzen, ses sistemi, dev ekranlar, basın bölümü ve katılımcılar için bedava su dağıtılması mitingin artılarıydı.

Tabi ki en önemli konulardan birisi de güvenlikti.Biz İzmir-Bayraklı CHP İlçe Örgütü'nün sorumluluğunda 8 otobüsle İstanbul'a geldik.Gerek otobüslerde, gerek mola yerlerinde gerekse de miting alanında en çok konuşulan konulardan birisi de güvenlik namına bir sorun olup olmayacağıydı.Katılımcılarda ufak da olsa bir tedirginlik vardı.Saat 7:30 gibi Maltepe'deydik.Biz vardığımızda polis miting alanını bariyerlerle kapatmıştı.Ayrıca Maltepe sahil yolu da trafiğe kapatılmıştı.Daha sonra, saat 12:30 gibi sahil yolunda kurulan arama noktalarıyla,katılımcılar üstleri aranarak sahil şeridine alınmaya başlandı.Ayrıca miting alanına girerken, kurulan X-ray cihazlarıyla detaylı arama yapılarak katılımcıların içeri alındığına şahit oldum.Kısaca güvenlik yeterliydi ve bir problem yaşanmadı.

Mitingin içeriğine gelirsem...Mitingin ve öncesindeki yürüyüşün mottosu bilindiği üzre adaletti.CHP milletvekili Enis Berberoğlu'nun tutuklanmasından sonra CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu'nun Ankara'dan başlattığı yürüyüş halkın yoğun ilgisiyle karşılaştı.Sokakta olma durumu ana muhalefet partisine uzun zamandır verilen bir telkindi aslında.Gezi direnişinden bu yana defalarca , artık meclisin hükmünün kalmadığı ve halkın tepkisini sokakta,eylemlerle ifade etmesi gerektiği farklı çevrelerden dillendiriliyordu.En azından oylarımızın alenen gasp edildiği 16 Nisan referandumundan sonra kitleler ana muhalefet partisinden böyle bir adım beklemiş;ama beklediklerini bulamamışlardı.Berberoğlu'nun tutuklanması belki de bardağı taşıran son damla oldu ve parti ciddi bir eylemsellik göstererek Ankara'dan İstanbul'a adalet yürüyüşü başlatma kararı aldı.

Yürüyüşün ciddi bir sinerji yarattığı aşikar.Zira hükümet kanadı uzun süre buna nasıl tepki vereceğine karar veremedi.Müdahale edip sonlandırmakla, İstanbul'a gelinmesine müsaade edip sönümlenmesini beklemek arasında gel-gitler yaşadıkları belli oluyordu.

Yürüyüşe katılanların temelde buluştukları kavram "adalet" olmakla birlikte her grubun kendine özgü alt metinleri de vardı elbette.Benim açımdan sosyalist solun bu yürüyüşte olması önemliydi.Solun her koşulda önceliği eşitlik ve hakça bir düzendir.Bu yürüyüş esnasında da solun sık sık dillendirdiği kavramlar : eşitlik,özgürlük,laiklik ve adaletti.Solun aradığı adalet ancak düzen dışı bir çözümle mümkün olabilir.Bu da kitlelerin solun önderliğinde, rehberliğinde harekete geçişiyle sağlanabilir.Bugünkü adalet eksikliğinin, yaşadığımız bu sistemin çelişkilerinden kaynaklandığını a priori bilgi olarak kabul edip, orta sınıf - emekçi sınıflara bu teori etrafında birleşme çağrısı yapmak solun öncelikli hedeflerinden birisi olmalıdır.

Elbette yürüyüşe katılanların büyük bir bölümü bu düzen içinde bir adalet tesisini arzulamakta; ama bu durum bizi umutsuzluğa ya da kitleye karşı ilgisizliğe itmemeli.Yığınların kütlesel hareketi bir anda ve çabucak olan bir şey değildir.Önemli olan harekete geçen kitleyi aklın ve tarihsel doğruların rehberliğinde bir yörüngeye sokabilmektir.Bu yürüyüş ve ardından gelen miting bunun işaret fişeğini yakmış olabilir.

Mitingde gözlemlediğim en önemli unsurlardan birisi de katılımcıların büyük çoğunluğunun emekçi-orta sınıflardan oluşmasıydı.Yıllardır sağ kliğin ürettiği algıyla cumhuriyetçi,laik,Kemalist kesimlerin elitist,jakoben,toplumdan uzak olduğu yanılsamasının içinin ne kadar boş olduğuna bir kez daha tanıklık ettim.Buradaki kilit nokta yarattıkları "millet" kavramıydı.Onların millet kavramının içinde yer almak için basit zevklere sahip olmak, kültür-sanat aktivitelerinden bihaber olmak, kitap okumamak,biat kültürünü benimsemek gerekliydi.Eğer siz işçi-memur maaşınızdan artırdığınızla tiyatroya,sinemaya gidiyor, düzenli olarak kitap alıyorsanız "elit" damgasını yiyiveriyordunuz.Bu, tamamen, yaratılan,içi boş bir argümandır ve yıkılmaya mahkumdur.Zaten şu an ciddi bir yanılsama imparatorluğunda yaşadığımızı düşünürsek, tarihin çarkları tekrar akışına uygun bir şekilde dönmeye başladığında bu çarpıklıkların hepsi düzelecektir...

Mitingden kendi adıma güzel duygularla ayrıldım.Toplumun hak arayan kesiminin dirayetini, umudunu görmek beni de tekrar umutlandırdı.Gözlerdeki "biz buradayız" mesajını aldım.Bundan sonra iş, harekete geçen kitleyi nasıl daha fazla eşitlik,laiklik,özgürlük,adalet temelinde buluşturabiliriz, bu sorunun yanıtını bulmamızda.Daima hatırlamamız ve hatırlatmamız gereken şey şu aslında : halkız biz,bu ülke bizim ve buradayız.


11 Mart 2016 Cuma

Berkin Elvan; On Beşinde Bir Fidan

İki yıl önce bugün...Soğuk ve kasvetli bir İstanbul sabahı...Sabah, erken sayılabilecek bir saatte, saat 8 gibi uyandım.Zaten günlerdir böyle uyanmıyor muydum? İçimde hep bir huzursuzluk...Sanki o gelecek kötü haberi bekliyordum...

Birkaç gündür yaptığım gibi, uyanır uyanmaz bilgisayarımı açıp haberlere baktım.Beklediğim fakat kaçmak için de yoğun çaba sarf ettiğim o haber karşımdaydı :Berkin'i kaybetmiştik...O an içimden bir ürperti geçti ve önü alınamaz bir hırsla gözlerimden yaşlar boşandı.

Hemen hastaneye doğru yola koyuldum.Bir hafta önce de gelmiştim Okmeydanı'nın bu yoksul devlet hastanesine.Berkin'in arkadaşları,onu kişisel olarak tanımayan ama hastane önündeki nöbetten,insanın içine işleyen o kuru soğuğa rağmen bir an olsun ayrılmayan yoldaşları sessizce bekleşiyorlardı.O gün durumu iyice ağırlaşmıştı.Hastanenin önünde ince bir hüzün,
herkes olacağı tahmin ediyordu sanki...O gün birkaç kişiyle konuştum, teselli etmeye,moral vermeye çalıştım, bu ne kadar mümkünse...Berkin'in o küçük bedeni artık 15 kilo kalmış, ruhu da buralardan gitmeye karar vermişti sanki...

Bu ziyaretten yaklaşık bir hafta sonra yine Okmeydanı yolundaydım.Bu sefer içimdeki duygular karışıktı...Hüzün,öfke,çaresizlik,tepki...Metrobüsten inip hastaneye yürüyene kadar benimle aynı duygular içinde hastaneye doğru koşar adım giden insanlar gördüm...

Hastaneye geldiğimde tarifi güç bir sahneyle karşılaştım : Ağlaşan insanlar, bir köşede, kendi kendine öylece duranlar, birbirlerini teselli etmeye çalışanlar...Geçen hafta umut nöbetinde gördüğüm Berkin'in arkadaşlarından bazılarına rastladım; bitap durumdalardı..Etrafta ölümün getirdiği o ağırlığın dışında, ölen kişinin masumiyetinin getirdiği ayrı bir hüzün vardı.Hastanenin avlusu giderek kalabalıklaşıyordu...

Bir süre, bir köşede, öyle durdum...İçimdeki ürpertinin dışıma bir öfke nöbetiyle çıkıp, gözyaşlarımın akmasına engel olamıyordum.Sonra, hastanenin içine girmeye karar verdim...Hastanenin içinde de sağa sola koşturan, ağlayan, çaresizlikten ne yapacağını bilemeyen insanlar vardı...Yoğun bakım odasının bulunduğu kata kadar indim...Koridor çok kalabalıktı...Ağlayanlar elleriyle ağızlarını kapatıyor, sanki herkes hüznünü içine bastırmaya çalışıyordu...Öyle bir hüzündü ki bu; sanki bıraksalar dalga dalga taşacak, engin bir sel olacaktı...Ama koridordaki tek ses, sessizlik çabasıydı. Tek duygu da hüzündü...İnsanlar, o koridorun diğer ucunda, yoğun bakım odasında küçücük, kömür karası bir çocuğun 15 kilo kalan bedeniyle, yatakta öylece cansız yattığını biliyor, biliyor da, sanki birbirlerine söylemekten imtina ediyordu.Utançtı belki bu...Utanıyorduk hepimiz...

O koridorun bütün ağırlığıyla yukarı çıktım yeniden.Hastanenin önündeki kalabalık iyiden iyiye artmıştı.Haberi alıp gelenlerde yoğun bir hüzünle birlikte, "umudun çocuğu"nu hayatta tutamamanın verdiği bir hezeyan, bir suçluluk duygusu da vardı sanki.

Yavaş yavaş, tanıdık simalar da geliyordu: Her zaman halkın yanında olan Mücella Yapıcı, Barış Atay,Aykut Erdoğdu (bir hafta önceki ziyaretimde de görmüştüm kendisini) ordalardı. Yüzlerde aynı hüzün, aynı öfke...

Yeniden hastanenin içine girdim...Bu kez karşılaştığım; feryatlar, ağıtlar ve ağlamalardı...Berkin'in ablası, annesi, kollarında birkaç kişi, canlarını o yatakta bırakıp, o odadan çıkmanın ağırlığıyla feryatlarla yürümeye çalışıyorlardı...Sonra babasını gördüm...Ağlamıyordu belki ama; o an orda değildi adeta...Gözlerimin önünden geçip gitti hepsi...Ve tabi daha nice akrabalar, arkadaşlar,yoldaşlar...O soğuk, kasvetli hastanede öylece kalakaldım...Yapabildiğim tek şey hırsla ağlamak oldu.

Dışarı çıktığımda kalabalık hastane önünden taşmış, yola kadar ulaşmıştı...İnsanlardaki o saf hüzün yerini yavaş yavaş sorumlulara karşı bir öfkeye bırakıyordu.Nasıl olmasındı? 15 yaşında bir çocuk durup dururken ölmemişti...Tam o sırada en olmaması gereken şey oldu...Hastaneye doğru uzanan yolda iki tane polis minibüsü belirdi...Bunun amacının ne olduğu belliydi : tahrik...Ve beklenen oldu.Kalabalık kitleden bir grup araçlara saldırmaya başladı.Trafiğin de yoğun olmasının etkisiyle araçlar hastanenin önünde kaldılar.Bunun üzerine araçlardan inen polisler gaz sıkmaya başladı...Hüzün,öfke,kavga,korku...Bütün duygular birbirine karışmıştı.Zaten acısı olan insanlara acı acı gaz sıkıyorlardı...

Hastanenin içine kaçtım...Benimle birlikte birçok kişi daha elbette...Gaz kokusu hastanenin içine kadar gelmişti.Daha birkaç dakika önce hüzünle, acıyla kavrulan insanlar şimdi polisten kaçıyordu...Tam o sırada yaşlı bir kadın gördüm...Yürüyemiyordu...Hastanenin bahçesine gaz sıkılınca, yaşlı kadını hastanenin içine kaçırmışlardı...Birkaç kişi taşımaya çalışıyordu...Meğer o yaşlı kadın Berkin'in büyük annesiymiş...Daha birkaç saat önce torununu kaybetmiş olan bu insan şimdi yoğun gaza maruz kaldığı için nefes almakta zorlanıyor, güvenli bir yere kaçırılmaya çalışılıyordu...Hastanenin içinde korkuyla koşuşturan insanlar vardı.Ben de onlardan birisiydim, yanımda Melda Onur ve birkaç kadın avukat vardı...

Bir süre daha içerde bekledikten sonra yavaş yavaş dışarı çıktım.Polis müdahalesiyle dağılan kalabalık yeniden toplanmaya başlamıştı.Etrafta kesif bir gaz kokusu vardı.Ortalık sakin görünüyordu, polis gitmişti...Artık, o an yapılması gereken şey, küçük kardeşimizin erken yaşta bizden koparılan bedenine karşı son sorumluluklarımızı yerine getirmekti.Şişli Belediyesi'nin tahsis ettiği otobüslerle Adli Tıp'a doğru yola koyulduk.Otobüsler tıklım tıklımdı ve birçok kişi de kendi imkanlarıyla Adli Tıp Kurumu'nun önüne geliyordu.Geriye kalanlarsa Okmeydanı'na, Adli Tıp'tan sonra kardeşimizin götürüleceği Cemevi'ne doğru yola çıkmışlardı.

Otobüste kimse konuşmuyordu...Biraz önce polis müdahalesiyle oluşan o hareketlilik kendini yine derin bir hüzne bırakmıştı.

Biz yoldayken yağmur yağmaya başladı...Dondurucu bir soğuk vardı 2014'ün Mart ayının 11'inin İstanbul'unda...

Adli Tıp Kurumu'nun önünde durdu otobüsler...İndik...Sessizdik...Yağmur karla karışık yağıyordu...Soğuktan buz tutmuş insanlar, o an, mevsimsiz bir dünyada, canına kıyılan kardeşleri için kasvetli Adli Tıp Kurumu'nun kapısının önünde nöbet tutuyorlardı...Zaman zaman atılan sloganlar, bazen soğuğa ve yağmura karışan feryatlar,ağlamalar...Çok kalabalıktı ve her an da kalabalık artıyordu...İnsanlar, fiilen tanımadıkları bu kardeşleri için, işlerini güçlerini bırakıp hastaneye, Adli Tıp'a,Cemevi'ne gidiyorlardı...

Yağmurun altındaki uzun bekleyişin ardından Berkinimiz'in bedenini taşıyan cenaze arabası kurumun içindeki yolda görüldü...Arabanın kapıya yaklaşmasıyla birlikte sloganlar atılmaya başlandı...Öfke ve kararlılık vardı insanların yüzünde...Araba kurumdan dışarı çıktı, kalabalığın arasına girdi...Sloganlar atılmaya devam etti...Araba ,güçlükle ilerleyip, gözden kayboldu...

Tekrar otobüslere binip Okmeydanı'na doğru yola koyulduk. Okmeydanı girişine geldiğimizde ciddi bir kalabalıkla karşılaştık.Mahallesi, çocuğuna sahip çıkıyordu...Yağmur dinmiş, yerini yine o kuru soğuğa bırakmıştı...Yoğun bir kalabalıkla mahalle girişinden Cemevi'ne kadar yüründü...Kardeşimizin bedeni ertesi günkü törene kadar Cemevi'nde kalacaktı.Ertesi gün yapılacak olan tören için biraz dinlenmek, biraz da güç toplamak için eve döndüm...Saat neredeyse akşamın 9'uydu...

Ertesi gün sabah erken vakitte, bölük pörçük uyuduğum uykumdan uyandım...Bugünkü törende yalnız olmayacaktım.Bir gün önce hastanede, Adli Tıp'ta, mahallede birlikte olduğum, adını bilmediğim dostlarıma bugün dostum Altuğ da eklenmişti...İş yerinden, sırf cenazeye katılabilmek için izin almıştı...Hiç tanımadığı birisi için bunu yapıyor olmasını birileri anlamlandıramamıştı, bizim neredeyse hiçbir şeylerini anlamlandıramadığımız dünyalarında...

Okmeydanı'na uzak sayılmayacak bir yerde bulunduğumuzdan, mahalleye yürüyerek gitmeye karar verdik.15-20 dakikalık bir yürüyüşün ardından oradaydık. Mahallede hayat durmuştu...Dükkanlar kepenk kapatmış, yollar barikatlarla trafiğe kapatılmıştı.

Törenin yapılacağı Cemevi'ne ulaşma gayretindeydik ;fakat mahalle öyle kalabalıktı ki sadece ana yol değil, ara sokaklar bile tıklım tıklımdı.İnsanlar sevgi seli içinde küçük kardeşleriyle son bir kez kucaklaşmak ve sorumlulardan hesap soracaklarını herkese ilan etmek istiyorlardı.

Yoğun çabalarımız sonucu Cemevi'ne yakın bir yere ulaştık.İğne atsanız yere düşmezdi...Bütün bir halk; abileri, ablaları, amcaları, teyzeleri her yaştan, herkes oradaydı...Bendeyse dünden kalan yoğun bir hüzün ve buna ek olarak -bu kalabalık insan topluluğunun da verdiği inançla- sorumlulara karşı duyduğum yoğun öfke vardı.Hazmedemiyordum bu ölümü...Hazmetmemeliydim de...Çünkü Berkin gerçekti, onlar yalan.Berkin'in 15 kilo kalmış cansız bedeni toprak kadar, su kadar gerçekti; onların sistemi, pis çıkar ilişkileri, para kasaları, ayakkabı kutuları içinde yaşadıkları hayatları baştan sona yalan...

Cemevi'ndeki tören başlamak üzereydi...Yoğun sloganlar,öfke patlamalarının arasında, Cemevi'nin penceresinde annesini gördüm...Cenazeden birkaç gün sonra miting meydanında yuhalattırılacak o anneyi...Bitkindi, ağlıyordu, haykırıyordu...Son gördüğünde evinden bakkala, ekmek almak için çıkan küçük oğlu şimdi soğuk bir tabutun içinde cansız yatıyordu.

Sonra bir Alevi Dedesi'nin yaptığı konuşmayla tören sona erdi...Tabut Cemevi bahçesinden omuzlarda çıkarıldı...Mahallenin girişine kadar, uzun bir süre omuzdan omuza taşındı...Küçücük bir çocuk, haksızlığa, zulme karşı isyanın sesi olmuştu şimdi.

Kardeşimiz Feriköy Mezarlığı'na defnedilecekti...Okmeydanı'ndaki kitle Şişli'ye ulaşacak, oradaki kalabalıkla birlikte mezarlığa yürünecekti.Biz, metrobüsle Mecidiyeköy'e doğru giderken, yolda Şişli'ye doğru yürüyen, bitmek tükenmek bilmeyen bir insan kalabalığı görünüyordu...Mecidiyeköy'e geldiğimizde de yavaş yavaş insanların buraya akın etmekte olduğuna şahit olduk...İnsanlar, bu işin asıl sorumlularına karşı derin bir öfke duyuyorlar ve adeta küçük kardeşimiz nezdinde bu öfkelerini bir tür isyana dönüştürüyorlardı.

Şişli'ye geldiğimizde çok ciddi bir kalabalıkla karşılaştık...Anladık ki sadece mahallesi Okmeydanı değil, İstanbul da küçük kardeşine sahip çıkıyordu...Okmeydanı'ndan gelen kortejle birleştiğinde Şişli'deki topluluk, belki de ülke tarihinin gördüğü en büyük, en kalabalık yürüyüşlerinden birini gerçekleştiriyordu şimdi...Herkeste genel kabul görmüş, "umudun çocuğu"nu kaybetmenin getirdiği bir öfke vardı...TKP'nin, Agos'un önünden geçildi...Balkondakiler şarkılarla, marşlarla destek verdi.Küçücük bir çocuk, 15 kiloya düşmüş bir beden bir halka önderlik ediyordu şimdi...

Gözlerimi dolduran anlar toplamıydı o gün yaşadıklarım...Hüzünden ziyade, isyan, umutsuzluktan ziyade derin bir umut vardı içimde...Kararlıydık...Buradaydık..."Hiçbir yere gitmiyoruz!" diye haykırdık orada...

Osmanbey önünde kortejin önü kesildi polis tarafından.Taksim onlar için bir gurur vesilesiydi artık...Oraya sokmamaya ant içmişlerdi.Kitlenin amacıysa Taksim'e çıkmaktı...Bu sırada kardeşimizin bedeni Feriköy Mezarlığı'na yoğun bir kalabalıkla birlikte yola çıkmıştı...Ama öyle bir kalabalıktan bahsediyorum ki; biz cenaze arabasını göremedik insan bulutunun içinde...

Kitle Osmanbey önünde durdurulmuştu...Biz ortalardaydık...Ön tarafta görebildiğimiz tek şey polis arabalarının o soğuk, sevimsiz kırmızı-mavi ışıklarıydı...Cenaze günü de saldırmazlardı ya...Saldırılar mıydı yoksa?

Yaklaşık yarım saatlik bekleyişin ardından mezarlığa doğru gitmeye karar verdik ve Feriköy'e doğru yürümeye başladık...Sokaklar çok kalabalıktı...Mezarlığa gidenler, mezarlıktan dönenler...Bir on dakika kadar yürüdük ki, o ,artık alışık olduğumuz sesi duyduk...Biber gazları ateşlenmişti...İnternetten bakıp gördük ki müdahale başlamıştı...Hem de ne müdahale...Hala zaman zaman açar izlerim o görüntüleri...Sorum yanıt bulmuştu böylece :cenaze günü de saldırmışlardı...

Mezarlığa geldiğimizde defin işlemi bitmişti...Küçük kardeşimiz, bu dünyadaki kısa yolculuğunun sonuna gelmişti...İnanılması güç bir insan yoğunluğu arasında mezarın yanına gidip beş-on saniye durabildik sadece...Arkada yüzlerce insan vardı...O beş-on saniyede belki bir asırlık düşünce geçti kafamdan...

Birkaç ay önce dostum Altuğla birlikte tekrar ziyaret ettik Berkinimizi...Bu kez bizden başka birkaç yaşıtı daha vardı mezarı başında...Öyle güzel çocuklardı ki onlar; hiç kimse onları buna zorlamamışken kalkmış kardeşlerini ziyarete gelmişlerdi...Umut doldum; ama öylece durup, onun mezarına bakarken utandım da hepimiz adına...Çünkü bu ülkede ve dünyada hala her gün masum çocuklar ölüyordu...Ben her doğum günümde Berkin'i hatırlıyorum, içten içe bir utanma duygusu kaplıyor her yanımı...Ben bir yaş daha alırken o hep 15 yaşında...

Bizler; hiç kimse bizi buna zorlamamışken dünyanın bu halini, bütün bu çelişkileri, sömürüyü kendine dert edinenler...Daha fazla çaba sarf etmeliyiz...Başta ben,kendim...Berkin'i yaşatabilmenin en güzel yolu; çocukların ölmediği bir düzen kurmaktır...Gayret...













4 Ocak 2015 Pazar

Sözcükler ve Kavramlar

Sözcüklerin kavramlarla ve anlamlarla olan ilişkisi hep ilgimi çekegelmiştir.Evet, hepimiz konuşuyoruz, ağzımızdan çıkan sesler vasıtasıyla karşımızdakine bir şeyler anlatmaya, açıklamaya çalışıyoruz.

Aslında ifade edilen şey; bizim, sarf ettiğimiz kelimeyi veya cümleyi nasıl tanımladığımız ve anlamlandırdığımız, onu hangi amaçla kullandığımız, içinde bulunulan durum, mekan ve karşı tarafın algısıyla alakalı.

Soyut kavramları ifade konusunda bu toprakların bir sorunu olduğu açık.Yurt dışında yaşamadım.Onun için oralarla ilgili net bir yorum yapmam zor.Ama Türkiye için konuşursak; evet, soyut kavramları adlandırma, anlamlandırma konusunda ciddi sıkıntılar olduğu bir gerçek.

Nedir soyut sözcükler, kavramlar ile somut olanlar arasındaki fark? Somut, basitçe, açık bir şekilde, herhangi bir tartışmaya mahal vermeyecek şekilde açıklanabilir."Köpek", "yastık", "ağaç".Nettir bu sözcükler ve o sözcüklerin kafamızda canlandırdığı imajlar.Birisi bize "ağaç" derse, az çok hepimizin kafasında kahverengi gövdesi, yeşil ya da sarı yaprakları olan bir bitki resmi oluşur.Ama aynı kişi, her gün yüzlerce defa birilerinden duyduğumuz "demokrasi" sözcüğünü söylese, yukarıda belirttiğim algı durumlarına göre her birimizin aklına çeşit çeşit şeyler gelebilir.

Soyut kavramlarla ilgili bu karmaşık durumun iki sebebi var : 1-Teorik bilgi, felsefe, mantık eksikliği. 2- Bilerek anlamı farklılaştırma.

Ülkemizde bir teorik bilgi ve felsefe eksikliğinden rahatlıkla bahsedebiliriz.Güncel siyasetin tartışıldığı televizyon programlarını ele alırsak : çıkan tartışmaların, bitmek bilmez birbirini anlamama durumlarının sebebi genelde, katılımcıların çeşitli soyut kavramlara kendilerince farklı anlamlar yüklemesidir.Birisi bir kavrama ak derken diğeri kara diyebilmektedir.

Peki bu durumda, siyahla beyaz kadar sert bir farklılığın olması normal mi? Hayır değil.Çünkü soyut kavramların da enternasyonal ve entelektüel kabul görmüş, teorik olarak bilimsel bir gerçekliğe dayanan karşılıkları var.Bu karşılıklardan bihaber olunup, beyaza siyah deniyorsa, bu, "fikir özgürlüğü", "farklı açıdan yaklaşma" gibi cümlelerle açıklanamaz.Asgari müşterekte, en azından kavramlar nezdinde bir konsensüs olmalı ki; tartışma ya da röportaj vs. doğru bir mecrada aksın.

Bilerek anlamı farklılaştırma da ülkemizde oldukça sık rastladığımız bir durum.Bu durum kendi başına karşımıza çıkabileceği gibi, genelde ilk sebeple birlikte hareket de edebilir.Yani, insanlar (sadece siyasetçiler değil) anlamları bilerek, bir amaca yönelik olarak, bir çıkar için farklılaştırabilecekleri gibi, bu anlamları, hem teorik ve felsefi bilgiden yoksun oldukları için hem de kendi çıkarlarına uygun bir fayda sağlamak amacıyla da değiştirebilirler.

Son dönemde sıkça duyduğumuz bir kalıp : algı yönetimi.Anlamı bilerek veya istemeden rayından çıkarıp, karşındakini o anlamın doğruluğuna inandırma.Bu neden yapılır? Siyaset için söyleyecek olursak : oy için.Bu "yöntem"in eskiden beri başarıya ulaştığını söyleyebiliriz.Ama özellikle son dönemde AKP'nin bu yöntemle, kendisine oy veren kitleyi avucunun içinde tuttuğunu söyleyebiliriz.Özellikle yerine göre, din gibi, demokrasi gibi, bayrak gibi,dış mihraklar, faiz lobisi, ulusal bütünlük gibi kilit sözcüklerle kitlelerin adeta nabzına göre şerbet verilmektedir.

Bu sözcükler arasında demokrasi benim için özel bir öneme sahip.Bir gün üşenmeyip, tartışma programlarında ya da gazete yazılarında ya da herhangi bir mecrada insanların ne kadar çok "demokrasi" dediğine dikkat etmeye çalışın.O kadar farklı kişilerden o denli demokrasi vurguları duyacaksınız ki, şaşırmamak elde değil.Herkesin her şeyi demokrasi için yaptığını ama ülkenin adeta açık bir hapishane gibi olduğunu düşündüğünüzde, anlam kirliliğin boyutlarını da görmüş olacaksınız.Sonuçta birileri, baştan aşağıya çarpık olan bu seçim sistemini en büyük demokrasi olarak sunarken, başka birileri de ancak ekonomik sömürünün olmadığı bir toplumda gerçek demokrasinin olabileceğini savunacaktır.

Keşke demokrasinin de bir ağaç gibi yaprakları olsaydı, dokununca anlardık belki ne olduğunu.

28 Ekim 2012 Pazar

kesik hayvan başlarına bakan çocuklar gördüm tren camından.